Sağlıkta Dönüşüm

Sağlıkta Dönüşüm Programı tüm sağlık çalışanlarını giderek daha derinden ve olumsuz etkilerken, sonuçları yönünden de geniş halk yığınlarını da artık sağlık hizmeti alamaz hale getirmektedir. Artık vatandaşlar alabildikleri sağlık hizmetleri için çok daha fazla para ödemek zorunda bırakılmaktadır.

 İlaç, kullananın tercihine bağlı olmayan ve yerine başka bir şeyin konamayacağı sosyal bir üründür. Bu nedenle ulusal sağlık politikaları içinde değerlendirilmesi gerekmektedir. Tarım, enerji, savunma ve genel sanayi hareketlerinin düzenli ve sürekliliğinin korunması yönünden ele alındığında ilacın stratejik bir sosyal ürün olduğu daha iyi anlaşılabilecektir. GATTS, TRIPS, patent ve veri koruması anlaşmaları ile küresel sisteme eklemlenen yerli ilaç sanayi artan bir ivmeyle çok uluslu ilaç tekellerinin ve borsa fon gruplarının ellerine geçmektedir. Kendi ilacını üretebilen ender ülkelerden biriyken, artık %53'e varan oranda ilaç ithal eden bir ülke haline getirildik. Reel anlamda da satılan ilacın parasal olarak %70'i yurtdışına çıkmaktadır. Bu tablonun sonucu olarak bugün 5-6 yerli ilaç firması ayakta kalmaya çalışmaktadır. Fiyatlandırmayı AB üyesi ülkelerdeki üreticilerle endeksleyerek kar maksimasyonu yapılırken, diğer yandan sağlık hizmeti sunucularının ilaçla bağını koparacak politikalar sırayla uygulamaya geçirilmektedir. Hekim ve eczacılar ilacı hastaya sunarken bürokratik engeller olağanüstü arttırılırken, tercihlerine bilim dışı kısıtlamalar getirilmektedir. Kamu giderek sağlık hizmeti üretemez ve satın alamaz duruma sürüklenmektedir. Siyasi otorite çareyi koordinatör rolünü üstlenerek yükten kaçmakta görmüştür. Sağlık alanını özel sektöre plansız bir şekilde açarak olayı geçiştirmektedir. Rasyonel yönetilmeyen kaynaklar yetmedikçe de hastaların hizmet alımlarında yaptıkları katılımlar çeşitlendirilmekte, yani hastaların cebinden çıkan para miktarı hızla artmaktadır. Klasik %10-20 hasta katılım payı, ucuz ilaç uygulaması nedeniyle ilaç katılım payı ve son olarak da muayene katılım payı adlarıyla hastalar aldıkları sağlık hizmetlerini ceplerinden ödemeye devam etmektedirler. Bütün bunlar da Anayasa'sında "sosyal, demokratik laik cumhuriyet" yazan ülkemizde olmaktadır. Okullarda çocuklarımızın yakacak parasını velilerin ödemesini isteyen bir siyasi yapıdan sağlıkta da bunun ötesinde bir yaklaşım beklemek doğal olarak hayaldir. Artık sabaha karşı sokaklarda düdük çalan bekçilerin maaşını veya devriye dolaşan ekip otolarının benzin paralarını da ödememiz istenirse pek yadırgamamak gerekir.

İşte sağlık hizmetlerinde hastaların ödedikleri bu katılım payı adı altındaki ödemeler çokuluslu şirketlere aktarılan paralardır. Kamu'nun ödeyemediği parayı halka ödetmenin yöntemi budur. Diğer yandan kentlerde oluşturulacak "kamu hastane birlikleri" marifetiyle hastaneler birleştirilecek, verimli(!) bulunmayanlar elden çıkarılacak, hekim, eczacı, hemşire, ebe, sağlık memuru v.b. sağlık çalışanları, sağlık emekçileri iş güvencesinden uzaklaştırılarak sağlık işçisi konumuna itilecektir. Bu dönüşüm tamamlanıncaya kadar performans, döner sermaye payı gibi ek iyileştirmelerle tepkiyi geçiştirecek uygulamalar kullanılacaktır. Aile hekimliği sistemini ülke tamamında hayata geçirdikten sonra da "pandoranın kutusu" açılacak ve tüm sağlık hizmetleri, ülkenin diğer stratejik kaynakları gibi parayı verene babalar gibi(!) satılıverecektir. Bunlar tufan teorileri veya metal fırtına senaryoları değildir. Artık bu ülkenin ne sağlığa, ne de sosyal güvenliğe ayıracak kaynağı kalmamıştır. Var olan da çokuluslu tekellerin iştahını kesmemektedir. Hasta olan insanlar teşhis ve tedavi hizmetine yönelmek ve devamında da planlanan tedaviye ulaşabilmek için, ilaçlarını satın almak zorundadırlar. Artık hastalar eczanelerde %20 katılım payı, ilaç fiyat farkı ve muayene katılım payından oluşan yekün paraları ödeyememektedirler. İnsanlar temel beslenmelerini sağlayamamaktadır. Zaten olmayan koruyucu sağlık hizmetleri yoksunluğundan, giderek daha fazla hastalıklara açık bir toplum haline gelmiş durumdayız. İşte bu nedenle ülkemizde ilaç pazarı dünyada büyüyen 7nci pazar durumundadır. Yüksek doğum oranı da buna eklenince çokuluslu ilaç tekellerinin gözü ülkemize dikilmiş durumdadır.

Bugün 10 milyar USD olan ilaç pazarının, 2015'de 15 milyar USD, 2020'de ise 30 milyar USD olması hedeflenmektedir. İlaç sanayicileri ülkemizin ilaç araştırmalarına açılmasını talep etmektedirler. Bunları bizi sevdiklerinden değil; nanoteknoloji ve genetik ilaçları ülkemizde denerken, parasını da sosyal güvenlik kurumlarından tahsil etmek için talep etmektedirler. Pratik ve ucuz tedavi ilaçlarını geri ödeme listelerinden çıkararak, hastalıkların daha pahalı ilaçlarla tedavi yolunu açmayı hedeflemektedirler.

İlaç hizmetinin sağlık hizmetlerindeki sunucusu olan eczacılar güçlü örgütsel yapıları ve refleksleriyle bu uygulamalarda diğer sağlık meslek örgütleriyle önemli dayanışmalar ve etkilenimler yaratmaktadırlar. Bir yandan sanayiciler karlılık oranlarında ve ödeme sürelerinde geri çekmeler yaparak ticari alanı daraltırken, öte yandan kamu da ilaç alım kurallarında ve geri ödeme süresi ve oranlarında yaptıkları değişiklikler ile eczacıların ayakta kalma olanaklarını yok etmektedir. Kendi sermaye olanaklarıyla kazanmaya, geçinmeye çalışan eczacılar kredi ve borç sarmalında boğulmamaya gayret etmektedirler. İthal ilaçları 30-45-60 gün vadelerle raflarına koyan eczacılar kamudan 90 gün sonra geri ödeme almaktadırlar. Artık eczaneler halk deyimiyle,"Yeşil Türbe gibi dışı seni, içi beni yakar” yapılar haline dönüşmektedir. Bu ülke halkının ürettiği, biriktirdiği kaynaklardan faydalanarak eğitimini yapan eczacıların, yine o kaynaklarla açtıkları eczanelere bu nedenle "halkın eczaneleri” demekteyiz. Ülkemizde muhtarlardan çok eczane vardır. Her mahallede, köylerde, beldelerde aralıksız hizmet vermektedirler. Hizmetlerini daha çok ilaç satmak amacıyla değil, tüm sağlık çalışanlarında olduğu gibi hastalıkları yok etmek ve daha sağlıklı bir topluma kavuşmak amacıyla sürdürmektedirler.

 Eczacıların tüm talepleri vatandaşların Anayasa gereğince doğuştan kazanılmış sağlık haklarını korumak ve geliştirmek olup, buradan hareketle ülkemizdeki demokrasi isteklerinin ayrılmaz bir parçasıdırlar. Ruhsal, bedensel ve sosyo-ekonomik olarak halkın sağlığını etkileyen her şeyi ortadan kaldırmak Türk Eczacıları Birliği Yasası gereğince eczacılara görev olarak yüklenmiştir. Bu nedenle 21 Aralık 2008'de Ankara'da 32000 kişiyle "Artık Yeter” adıyla büyük bir miting düzenlemişlerdir. O miting "Sözün Bittiği Yer" idi. Bize her zaman destek veren Türk Tabipler Birliği, Türk Diş Hekimleri Birliği, Türk Veteriner Hekimler Birliği, Türk Hemşireler Derneği, diğer sağlık meslek örgütleri, sağlık emekçilerinin sendikaları, işçi sendikaları, eczacıların kurduğu eczacı kooperatifleri, sivil toplum örgütleri en gür ve en özgür sesleriyle vatandaşlarımızın sağlık haklarına sahip çıkmak adına yurdun dört bir yanından Ankara'ya koşup destek verdiler. Sağlık meslek örgütleri tarihinde böyle bir demokratik eylem hayata ilk defa geçirilmekteydi. Bu miting birtakım adımları geri attırdı gerçekten, ama vazgeçirmek için tabii ki yeterli değildir. Her çeşit demokratik enstrümanlar kullanılarak bu ülkenin kaynaklarını ve insanlarını korumak zorundayız. Kriz anında ülkeden hemen kaçan yabancı yatırımcılar, bu haklı direnişler karşısında da gideceklerdir; bundan kimsenin kuşkusu olmasın. Bu ülkenin yurtsever sağlık çalışanları birarada hareket etme becerisini sürdürdükleri sürece yabancı sermayenin kolayca giremeyeceği gibi, yabancı hekim, hemşire, eczacı da gelemeyecektir. Yazıyı tamamlarken bir bilgenin sözünü anmak istiyoruz:

"İstemek karar vermektir, karar vermekse değiştirmektir.”

Savaşsız, barış içinde birarada yaşanan, demokrasinin tüm kural ve kurumlarıyla yaşatıldığı bir dünyada, sağlıklı ve hakça paylaşabilen bir ülkenin vatandaşları olmak amacıyla, inancıyla sevgi ve saygılarımızı sunarız.

Bursa Eczacı Odası Yönetim Kurulu

20.02.2009

* Hekimce Bakış Dergisi'nde yayınlanmıştır.


20 Şubat 2009     Okunma Sayısı : 1239